Biyografi filmleri gerçekten çok zor denklemler üzerine kurulur. Sıkıcı ve inandırıcılığını kaybetmiş karakterlerle bir türlü içine giremeden biter film. Yves Saint Laurent filmindeyse bu denklem çok iyi kurulmuş. Film çekingen ve utangaç bir adam olan Yves`in baba evindeki odasında yakalıyor seyirciyi ve bitiş sahnesine kadar bırakmıyor. Aslında filmde birbirine geçmiş iki hayat hikâyesini izliyoruz. Ürkek dahi Yves Saint Laurent ve hayat arkadaşı, akıl hocası aynı zamanda markanın beyni Pierre Bergé…
1957 yılında modanın merkez üssü Paris`teyiz. Filmin konusu zaten belli, Yves Saint Laurent`in moda dünyasındaki engellenmez yükselişi. Ünlü tasarımcının yaşadığı sarsıntılar, ruhsal sancılar ve skandallar eşliğinde devam eden film bir görünüp bir kaybolan Karl Lagerfeld ve dikkatli izleyicilerin gözünden kaçmayan Andy Warhol`le ayrıca gülümsetiyor. Hikâyede beni yakalayan esas şeyse defilelerdi. Film baştan sona defile bile olabilirmiş. Biliyorum bu cümleden sonra birçok erkek kesinlikle bu filme gitmeme kararı aldı, ama olsun. Filmde en keyif aldığım sahneler Yves`in kulisten podyuma uğurladığı mankenlerin, hepsi birer sanat eseri olan elbiseleriyle salınmaları oldu. Tüm cazibesiyle Yves Saint Laurent tarihine tanıklık ettiğimiz bu film “Ain`t Laurent without Yves“ sözünün bir kez daha altını çiziyor.