Ana SayfaYazarlarŞEKERİN PEK DE TATLI OLMAYAN HİKAYESİ

ŞEKERİN PEK DE TATLI OLMAYAN HİKAYESİ

Bu yazımda aslında çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir eğitmenim ile yapmış olduğum güzel bir röportajı paylaşacaktım. Ancak geçtiğimiz hafta uzun süre görmemiş olduğum bir dostumla karşılaşıp etmiş olduğumuz sohbetin etkisinde kalarak biraz da, ‘şeker’ üzerine yapmış olduğum araştırmamı, topladığım bilgileri paylaşmak istedim sizlerle.

Bu yazının hikayesi aslında şöyle gelişti. Uzun süre sonra karşılaşmanın verdiği heyecan, hayatlarımızda olan biteni anlatma hevesi ile hemen bir yerde oturup sohbet etmemiz gerektiğini farkettik Ela’yla. En keyif alabileceğimiz mekanı,  zevkle sohbet edebileceğimiz masayı seçtik. Siparişlerimizi verdik. İki sade türk kahvesi söyledik. Üniversiteden mezun olduktan sonra görüşememiştik, böyle yüz yüze oturup sohbet edememiştik hiç. Çok iyi, çok sağlıklı görünüyordu. Bu düşüncelerimi onunla da paylaştığımda sevindi, yüzünde muzur bir ifadeyle “sırrı buldum, zor oldu ama öğrendim…” dedi. Doğal olarak soran gözlerle bakınca, o da bana anlatmaya başladı. “Yeme alışkanlıklarımı tamemen değiştirdim, öğrencilik yıllarımda o kadar bilinçsiz olmama yanıyorum ama zararın neresinden dönersem de kardır mantığı ile fazla takmamaya çalışıyorum. Ama resmen aydınlanmış gibiyim ve kendimi çok iyi hissediyorum. Çok çalışmama rağmen eskisi gibi değilim hiç…”. Öğrencilik yıllarında herkesin olduğu gibi sabahlamamızı gerektiren sınavlar, yetiştirmemiz gereken projeler, tez çalışmaları ve uykusuz, kafein ve yüksek dozda şeker içeren enerji içecekleri  ile ayakta durmaya çalıştığımız, hani gün doğmadan önce o zifiri karanlığın güzel bir maviye dönüştüğünü izlediğimiz, gene sabahı ettik diyerek yakındığımız pek çok uzun gecemiz olmuştu. Yorgunluk artık yaşamımızda yerini alan temel hissiyatlardan biri haline gelmişti. Tabi ki bu uzun gecelerde aman kafamız çalışsın, aman uykumuz gelmesin, aman enerjimiz düşmesin, performansımız etkilenmesin diye sürekli etrafımızda atıştırmalık paket ürünleri, işlenmiş hazır gıdalar, şekerler, çikolatalar vs. Yani anlayacağınız bünyemize, sağlığımıza zararlı ne varsa onlar. Çünkü bir kere kabul etmişiz, gönülden inanmışız  “aman tatlı ye gücün olsun, aman çikolata ye sınavda kafan durmasın, aman aç kalma sakın bayılırsın kızım” deyişlerine. Ah bilseydik tam tersi işliyormuş, bu sahip olduğumuz bedenimiz aslında bambaşka şeylere ihtiyaç duyarken, en son istediği şeyi yüklüyormuşuz ve yoruyormuşuz onu diye.

Bardağın Dibi…

Evet şekerle yoruyormuşuz aslında bedenimizi. Bunu en güzel şeker üzerine yazılmış bir makaleden alıntılayarak şöyle açıklayabilirim aslında. Bir bardak suya 3 yemek kaşığı kadar şeker doldurup ve karıştırdığınızı hayal edin. Çözündükten sonra, kendi haline bırakın, beş saat boyunca da hiç dokunmayın. Beş saat sonunda tekrar baktığınızda, eminim bardağın dibinde oluşmuş olan şeker kristallerini görebilmek mümkün olacaktır. İşte biz de, o enerji depolamak için içtiklerimiz ve yediklerimizle damarlarımızda böyle bir tortu biriktiriyormuşuz da haberimiz yokmuş.  Sanırım kendimizi sürekli yorgun ve enerjisiz ve sağlıksız hissediyor olmamızın sebebi buymuş.

Şekere Kölelik…

“Amerika’nın kaşifi kabul edilen Kristof Kolomb, medeniyetin ilk şeker kamışını, bir kaç yüzyıl sonrasında tesadüfen gerçekleşmemiş olan kölelerin isyanına şahitlik edecek olan İspanya’ya, Hispaniola’ya ekti. On yıl içinde yerli halkı ya savaşla ya da köleleştirilerek elimine edilen, yüksek tepelerindeki yağmur ormanları yok edilen Jamaika ve Küba da şeker kamışı yetiştirilmesi ve şeker üretilmesi için sömürgeleştirildi. Ve Portekiz en iyi sistemi kurarak, Brezilya’yı kolonileştirerek 100,000’den fazla kölenin tonlarca şekerin üretiminde kullandı”.

“Daha fazla şeker ürettikçe, pahası da düşüş gösterdi. Değeri düştükçe de, gösterilen rağbet arttı. Ekonomistler buna ‘erdemli döngü’ diyorlardı. Tabiki eğer bu denklemin doğru tarafında duruyorsanız kullanabileceğiniz tabirlerden biri, ‘erdemli döngü’ ?! “.

Bir başka sömürü hikayesi de İngilizlerden. “İngilizlerin şeker üretimi için kullandıkları ilk ada Barbados. 14 Mayıs 1625’te İngiliz kaptan adayı keşfettikten çok geçmeden sonra ada, öğütücü değirmenlerle, ekim evleriyle, gecekondularla dolduruldu. Diğer kullanılan adalarda olduğu gibi ilk yıllarda tütün ve pamuk yetiştirilse de, zamanla yerlerini şeker kamışı üretimine bıraktılar. Bir yüzyıl içinde de bütün verimli topraklar tamamen tüketilmiş oldu.”

“Bir Afrikalı için, bu adalarda yaşam tam bir cehennem gibiydi. Bu süreçte milyonlarca insan bu tarlalarda, evleri basılarak veya kaçmaya çalışırken öldüler”. Sugar: A Bittersweet History yazarı Elizabeth Abbott bu adalarda çalışırken elini ve kolunu kaybetmiş bir kölenin sakatlanma hikayesine yer vermiş.  Sistem şu şekilde işliyormuş. Şeker değirmenlerinde çalışırken eğer parmakları  değirmen taşına sıkışırsa elleri, kaçmaya çalışan olursa da bacakları kesiliyormuş. Bu iki talihsiz olayı da yaşayarak elini ve bacağını kaybettiğini anlatıyor, yıllar önce bir nevi köle kampı olan şeker kamışı üretiminde çalışmaya mahkum olan bu kişi. Benim kanımı donduran söylemiş olduğu şu cümlesi oldu: “Avrupa’da şeker yemek işte sadece bu fiyata”.

Suçlu Kim?

Colorado Denver Üniversitesi’nden Nefrolog Richard Johnson şöyle diyor: “Ne zaman bir hastalık üzerinde çalışıyor olsam ve temel sebebi için bir yol izlemeye çalışsam, o yol beni şekere götürüyor”. Ve bizim de kendimize sormamız gereken soruları soruyor. “Neden dünya genelindeki yetişkinlerin üçte biri yüksek kan basıncına sahip, 1900’lerde bu oran %5 iken? Neden 1980’lerde diyabetli hasta sayısı 153 milyonken, şu anda 347 milyona yaklaşmakta bu sayı? Neden her geçen gün obez olan kişi sayısı artış gösteriyor?  Şeker ! İnanıyoruz ki, temel sebebi olarak öne süremesek de, baş suçlulardan bir tanesi ”.

İşte şimdiye kadar doğru kabul edilen ama yanlış olan bulgulardan bahsedeceğim. Şimdiye kadar pek çok deney yapıldı hayvanlar ve insanlar üzerinde. Bunlardan biri de beslenme uzmanı John Yudkin’in, beslenmesinde yüksek dozda şeker tüketiminden dolayı  yüksek seviyede yağ ve insülin gözlemlediği insanlar ve hayvanlar üzerindeki araştırmasıydı. Bulgularına göre kalp krizi riskine ve diyabet hastalığına davetiye çıkaran temel sebep işte bu şekilde yüksek dozda şeker tüketimiydi. Ama Yudkin’in bu mesajı, yükseliş gösteren obezitenin, kalp krizi vakalarının sebebini çok fazla doymuş yağ tüketimiyle oluşan dengesiz kolesterol seviyelerine bağlayan bir grup bilim adamı tarafından bastırıldı. Sonuç olarak, yine yapılan analizler sonucunda görülmekte ki, beslenme düzeninde çok düşük oranda yağ tüketimi olsa da, toplum genelinde 20 yıl öncesine göre çok daha fazla obezite vakasıyla karşı karşıyayız. Yani temel sebep aslında yağ değildir çıkarımında bulunabiliriz rahatlıkla.

Biraz daha kullandığımız sofra şekerini, meyve şekerlerini tanıyalım. Neden bu kadar zararlılar, neden vücudumuzda bu kadar çok dengesizliğe sebep oluyorlar?

Glikoz ve fruktoz…İkisi de karbonhidratlar, yani ‘şeker’ grubunda yer almaktadırlar. Aralarındaki fark ise bizim metabolizmamızda bulundukları bölgelerdir. “Glikoz vücudumuzdaki tüm hücreler tarafından metabolize olup kullanılırken, fruktoz sadece ve sadece karaciğerimiz tarafından işlenir. Yani eğer çok fazla kolayca sindirilebilecek grubunda olan fruktoz şekerinden tüketirsek (meşrubatlar, şekerlemeler, alkol…) karaciğerimiz bu fruktozu yıkar ve onun yerine trigliserid adı verilen yağları üretir. Bu üretilen yağların bir kısmı karaciğerde kalır. Karaciğerimizin uzun süre bu yağlara maruz kalması karaciğer yağlanmasına ve karaciğerin işlevini yitirmesine sebep olur. Üretilen trigliseritlerin diğer kısmı da kana karışır. Bu da zamanla, kan basıncının artmasına, dokuların insüline daha dirençli hale gelmesine yol açar. İnsülin direncinin oluşması, pankreasımızın devreye sokar ve daha fazla insülin üretir bu direnci kırmak ve dengesizliği ortadan kaldırmak için. İşte bu metabolik sendrom, özellikle bel çevresinin genişlemesiyle başlayan obeziteyle karakterize edilir. Yüksek kan basıncı ve diğer metabolik değişimler eğer önlem alınmamaya devam edilirse yüksek riks taşıyan kalp krizlerine, tip 2 diyabete dönüşebilir”.

Bir diğer tabirle biz her ne kadar şeker tükettiğimizde, günlük ihtiyacımız olan enerjiyi metabolizmamıza verdiğimizi düşünsek de, durum düşündüğümüz gibi değil. Gerçekçi olmak gerekirse, şeker bize kalori sağlıyor , doğru, ancak bizim beslenmemize yarar sağlayacak cinsten kalori değil. Yani boş kaloriden başka hiç bir şey değil de demek doğru olmaz, çünkü bunun yanında toksik etkisini de göz ardı etmiş oluruz. Kaliforniya Üniversitesi’nden endokrinolojist Robert Lustig şekerin toksik olmasından dolayı şöyle bir ifade kullanıyor: “Şeker başlı başına yüksek dozlarda kullanıldığında zehirdir”.

Şeker, zehir olarak kabul edilebilecek kadar zararlıysa neden onu tüketmek için can atıyoruz, neden karşı koyamıyoruz ? En kısa cevabı şu : “Kanımıza giren şeker, kokain ve eroinin etki ettiği gibi beynimizdeki bazı zevk merkezlerini uyarmakta. Aslında tüm lezzetli yemekler aynı şeyi yapmakta – bu yüzden ‘lezzetli’ler! – ama şekerin etkisi kadar keskin değil. Diğer bir tabirle ifade etmek gerekirse şekerin bağımlılık yaratan ilaçlardan hiç bir farkı yoktur”.

Neden şişmanlıyoruz, neden her geçen gün obez ve şişman birey sayısı artış gösteriyor? Bu soruya bilim adamlarının araştırmaları doğrultusunda getirdiği açıklama oldukça mantıklı. Çok fazla yiyoruz ancak çok az hareket ediyoruz. Yani aldığımız kalori ile yaktığımız arasında belirgin bir fark var. Ancak çok yiyip az egzersiz yapmamızın sebebi aslında sahip olduğumuz yavaş, hareketsizliğe odaklı yaşam tarzımız değil, bağımlı olduğumuz şeker. Yani aslında şeker sadece kilo almamıza sebep olmuyor, aynı zamanda enerjimizi de bizden çalıyor ve akşam işten eve döndüğümüzde televizyonumuzun karşısındaki koltuktan kalkamaz hale gelmemize sebep oluyor. Televizyon izliyor olmamızın sebebi, televizyonda çok iyi, çok eğlendiricİ, çok faydalı programlar izlediğimizden dolayı mı? Hayır ! Bunun sebebi, gün içinde tüketmiş olduğumuz şekerin sahip olduğumuz enerjimizi çalmasından dolayı hareket edecek, egzersiz yapacak enerjimizin olmaması.

Evet, aslında çözüm çok kolay. Bu kadar fazla şeker tüketmeyi durduracağız. Şeker tüketimini kesen pek çok kişi, maruz kaldığı, yaşam standardını olumsuz yönde etkileyen zararlı etkilerden kurtuldu. Bir örneği de işte bizzat karşımda duran arkadaşım Ela’ydı. Ben, bu farkı deneyimlemiş bir arkadaşımın hikayesinden yola çıkarak, hayatımızın fazlasıyla merkezinde bulunan ‘şeker’ ‘in, neden bu kadar merkezinde; ne zaman, nasıl başladı, olaylar nasıl gelişti de bu kadar karşı konulamaz hale gelecek kadar içimize girmeyi başarmış olduğunu araştırıp, anlatabilmeye çalıştım. Eminim aramızda şekerin aldatmacasına kanmış olan pek çok kişi vardır. Ben de bu aldatmacanın kurbanlarından biriydim, çünkü öğretilen buydu bize. İşte yazımın başında bahsettiğim çok sevgili Ela arkadaşımın dediği gibi “zararın neresinden dönersem kardır” dememizden başka bir çıkış yolumuz yok. Zamanı geri alabilmek mümkün değil hoş J.  En azından artık gerçeği biliyor, vücudumuzun düşmanını tanıyoruz. O zaman hiç şüphem yok ki, bunu yenmek ve üstesinden gelmek çok daha kolay olacaktır. Olur da bizzat şeker bağımlılığı olup, bundan kurtulduktan sonra düşüncelerini, hissettiklerini, nasıl bir yaşam kalitesi olduğunu paylaşanların hikayelerini okumak ve incelemek isterseniz internetten pek çoğuna ulaşabilirsiniz.

Şekersiz, bol enerji dolu bir ay geçirmeniz dileğiyle…

Melis Durası
m.durasi@gmail.com

 

INSTAGRAM

SOSYAL MEDYADA BİZ

58,698BeğenenlerBeğen
50,163TakipçilerTakip Et
879TakipçilerTakip Et
6,728TakipçilerTakip Et
1,569AboneAbone Ol

TAROT FALI