Ana SayfaYazarlarJoan Miró Kadınlar, Kuşlar ve Yıldızlar Sergisi

Joan Miró Kadınlar, Kuşlar ve Yıldızlar Sergisi

Joan Miró , yirminci yüzyıla damgasını vuran en önemli sanatçılardan biri. Yıllar boyu Miró ’nun sanatı çok tartışılmış, hangi akıma ait olduğuna dair üzerine çok konuşulmuş. Üniversitede de sanat tarihi dersinde bu konuyu çok tartışırdık. Kimileri sürrealist, kimileri dışavurucumcu derdi Miró için. Halbuki Miró ’yu tek bir kalıba sokmak, bir tek akımın sanatçısı olarak kabul etmek mümkün değil bence. O, deneysel bakış açısıyla birçok akımdan beslenmiş, ancak belirli kalıplarla sınırlı kalmamış; sanatının odak noktasına şiir sevdasını ve hayalgücünü koymuş bir sanatçı. Nitekim, Sabancı Müzesi kapsamında sergilenen “Kadınlar, Kuşlar ve Yıldızlar” sergisinin kapısından içeri adım atar atmaz, Miró  sizi kendine has görsel üslubuyla; renkler, desenler, semboller ile oluşturduğu anlatım diliyle hemen hayal dünyasının içine çekiveriyor.

Sergi salonunda önce meşhur “takımyıldızlar” serisiyle karşılaşıyorsunuz. Miró’nun figüre ağırlık verdiği erken dönem işleriyle.. Bu dönem eserlerde her simgeyi tek tek ayırt etmek mümkün; formlar henüz belirgin. Halbuki ileriki dönem çalışmalarında Miró’nun form dağarcığının yavaş yavaş değişmeye başladığını ve bir olgunlaşma sürecinden geçtiğini gözlemliyorsunuz. Bu olgunlaşma sürecinin devamlılığı aynı anda birçok tekniği kullanmasıyla yakından bağlantılı olmasından kaynaklanıyor. 1956’da Palma de Mallorca’daki stüdyosuna yerleştikten sonra Miró, bir süre kendini taş baskılara, aside yedirme baskılara ve seramiğe vermiş. Beş yıla yakın bir süre hiç resim yapmamış. Bu sürenin sonunda resme geri döndüğündeyse çalışmalarında çok daha özgür ruhlu ve hareketli bir görsel dil kullanmaya başlamış.

Benim de bu sergide en çok etkilendiğim eserler bu döneme ait. Çünkü Miró’nun eserleri özgürleştikçe bendeki hayranlık da kat be kat artıyor. Deneyselliğe, hem tesadüfi, hem hesaplı tekniğe, spontan desenlere, kadın, kuşlar veya diğer figürlerin artık tanınmaz halde olmasına, tuvalden akan damlalara, el izlerine ya da renk lekelerine, ve aslında bütün bu görünürdeki spontanlığa rağmen uygulamada bütünüyle kontrollü oluşuna ve sonuçta ortaya çıkan müthiş harmoniye.. Çünkü bu noktada izleyici olarak kendimi eserler ile daha fazla etkileşim içinde hissediyorum. Somut figürlerle kısıtlı kalmak yerine kendi hayal dünyamdan faydalanarak kendi çıkarımlarımı yapabiliyor olmak beni daha çok heyecanlandırıyor ve eserlere karşı daha fazla bir merak ve hayranlık duyuyorum. Hele bunlardan iki tanesi var ki onlar benim bugüne kadar Miró eserleri içinde aşina olmadığım ancak sergide görür görmez çok etkilendiğim parçalar.

Bunlardan birincisi, Miró’nun yapımına 1964 yılında başladığı ve 1974 yılında tamamladığı ‘Kuşlar’ isimli eser. Miró bu esere bahsettiğim gibi 1964’te başlamış. Ancak hemen hemen on yıl ara vermiş. Yapmakta olduğu bir tabloyu bir kenara bıraktığı çok olurmuş. Yıllar sonra birden bire tamamlanmak icin ne gerektiğini gayet iyi bilerek tabloyu yeniden ele alırmış. Bu çok entersan bir yaklaşım gibi geliyor bana. Yani, eserin bu kadar uzun bir süre içinde aynı kişi tarafından ama farklı bakış açılarıyla, farklı yaşlarda, farklı dönemlerde, farklı sanatsal kavramlarla, farklı donanımlarla ve tekniklerle ele alınmış olması. Esere baktığınızda birçok farklı dönemsel etki görmek mümkün: 1960’ların spontane damlaları, 1974’te eseri tekrar ele aldığında beliren kontrollü siyah fonla müthiş bir tezat icinde. Ve bu tezatın oluşturduğu çok güçlü bir görsel itme-çekme etkisi karşısında durup kalmamak mümkün değil. Bir yanda capcanlı renklerin baskınlığı, diğer yanda simsiyah boya ve bu ağır karanlık fonun arkasında gözün istemsiz bir şekilde kaydığı gri arka fon.. Bu ustaca üst üste bindirilen düzlemler bildiğimiz perspektif kuramlarından daha farklı bir derinlik duygusu yaratıyor; eserin içine çekiliyorsunuz sanki. Miró’nun eserlerindeki bu üç boyutlu sanat alanını soyutlayış biçimi ve tek bir odak noktası olmayışını sizi yukarıda da basettiğim gibi bence izleyici olarak daha önemli hale getiriyor. Kendi odak noktanızı siz belirliyorsunuz ya da farklı odaklar içinde kendi deviniminiz doğrultusunda yine siz geçiş yapıyorsunuz. Örneğin beni bu esere bu denli çeken şey bir nevi içime ayna tutuyor olmasıydı. Çünkü hepimizin kendi içinde yaşadığı itme çekmeler var. Bu eser, karanlık ve aydınlık yanımız, sevdiğimiz ve sevmediğimiz özelliklerimiz, başarılarımız ve başarısızlıklarımız ya da umutlarımız ve umutsuz tarafımız ve bunların arasında sürekli gelgitler yaşayışımızı gözler önüne seriyor sanki.

Bir diğer çok etkilendiğim eser ise, yine aynı dönemde; 1973 yılında tamamladığı ‘Kadın ve Kuş III’ isimli resim. Yukarıda da değindiğim gibi 1970’lerde Miró’nun simge dili evrile evrile öylesine kendine özgü bir hale gelmiş ki, formlar anlaşılması güç biçim ve çizgilere dönüşmeye başlamış. Bu tablonun da en çarpıcı niteliği tam ortadaki boya lekesinden yükselen kırmızı damlalar. Bu damlalar resme de ismini veren kadın formunu oluşturuyor. Bu formun ilk dönem çalışmalarından ne kadar farklı, ne kadar soyut olduğunu görebiliyoruz. Kadının vücudu, gözleri, göğüsleri, cinsel özellikleri yok. Ve bu da işte beni figuratif eserlere nazaran çok daha fazla etkiliyor. Çünkü yine bu noktada, ben izleyici olarak sadece baktığımı anlamak noktasından çıkıyorum ve eserle bir etkileşim haline geçiyorum. Bu soyut anlatım içine kendi hayalgücümü katabiliyorum. Böylece artık orada ben kendi yarattığım kadını ve onun hikayesini görebiliyorum.

Bu eserin yine beni çok etkileyen bir başka yanı ise, tekniği. Jackson Pollock’un öncüsü olduğu dripping (damlatma) tekniği her zaman çok ilgimi çekmiştir. Bu eser dışında da Miró’nun aslında aynı yıllarda ürettiği farklı eserlerde yine aynı tekniğe başburduğunu görebiliyoruz. Bunda Miró’nun 1950’lerden itibaren sık sık New York gezileri yapmasının ve burada Jackson Pollock gibi amerikan soyut dışavurumcu sanatçılarla etkileşimin halinde oluşunun da payı büyük. Ancak, Pollock tablolarının aksine, Miró’nun damlatma tekniği kontrollü bir spontanlığa sahip. Nitekim Miro, Kadın ve Kuş III eserinde kadın formunu oluşturan kırmızı lekeyi ve arkadasındaki siyah lekeyle olusturduğu kuşların heyecan verici kompozisyonunu elde etmek için damlalar kuruduktan sonra tuvali baş aşağı çevirmiş. Yani yine tuvalin böyle yeniden konumlandırılışı Miró’nun kompozisyonunun ve tekniğinin ne kadar planlı olduğunu gösteriyor.

Sergide Miro’nun hayatı ve sanatı üzerine birkaç adet belgesel tadında film de gösteriliyor. Bunlardan bir tanesinde Miro’nun babası ile olan bir anısına yer vermişler. Söylenilene gore Miro küçükken babası onu birgün dolaştırmaya bayırlara götürmüş. Oradayken ‘Gökyüzü ne renk?’ diye sormuş oğluna. Miro ‘gökyüzü mor’ demiş. Babası buna çok kızmış. O an şunu düşündüm: aslında hemen hepimiz çocukken hayalgücümüzün renklerine boyamaz mıydık gökyüzünü, çiçekleri, kuşları, çimenleri? Ya da hayalimizdeki gibi çizmez miydik? Gördüğümüzden başka bir dünyanın varlığına inanmaz mıydık çocuk olarak? Evet inanırdık. Çünkü hayalgücünün ucu bucağı yok ve biz çocukken bu uçsuz bucaksız dünyaya sahibiz aslında. Özgür yaratıcılığa sahibiz. Ama işte büyüdükçe belirli kalıplarla sınırlanıyoruz, çoğumuz Miro kadar cesur davranamıyoruz. Miro iyiki o gün babasının çok kızmasına rağmen gökyüzünü mor varsaymayı çekinmeden özgürce söyleyebilien o çocuğu hiç bırakmamış ve böylece yaşamı boyunca sanatın her alanında hiç ara vermeden üretirken hep bu hayalgücü ve özgür ruhla kendine has bir uslüp yaratmış.­­­­­­­

Siz de henüz gidip görmediyseniz 1 Şubat 2015 tarihine kadar mutlaka Sabancı Müzesi`ne uğrayın ve Miro`nun rengarenk, sınır tanımayan, özgür dünyasıyla tanışın derim. 

INSTAGRAM

SOSYAL MEDYADA BİZ

58,698BeğenenlerBeğen
50,163TakipçilerTakip Et
879TakipçilerTakip Et
6,728TakipçilerTakip Et
1,569AboneAbone Ol

TAROT FALI